Tarihin en ilgi çekici dönemlerinden biri olan Viktoryen Dönem'de (1837-1901), Dagerreyotipi adı verilen fotoğrafçılık tekniğinin geliştirilmesi beraberinde ilginç bir gelenek de getirmiş. Fotoğraf çekmeyi ilk kez mümkün kılan bu yöntem sonrasında, pek çok insan, ölen yakınlarının da yer aldığı fotoğraflar çektirmeye başlamış. Neyse ki bakması yürek isteyen bu fotoğraf geleneği uzun sürmemiş. Ancak dünyada öyle gelenekler var ki her biri dudak uçuklatır, uyku kaçırır türden.

Amazonda yaşayan dünyanın en ilkel kabilesi Yanomami üyeleri, ölümün doğal bir olay olmadığını düşünüyorlar. Bu yüzden ölüleri yakıyor, sonra da küllerini muzla karıştırıp yiyorlar. Bu sayede ölenlerin yaşamlarını devam ettirdiğine inanıyorlar.

Acı çekmenin öldükten sonra yeniden doğuşu simgelediği Kızılderili kabilelerinde doğayı onurlandırmak için yapılan güneş dansında dansçının göğsüne delik açılıp bu delikten halat geçiriliyor. Dansçı, güneş dansı yaparak, yaşam ağacını sembolize eden ağaca bağlanan halattan kurtulmaya çalışıyor.

Endonezya’daki bir geleneğe göre iyi şans isteyen biri, Gunung Kemukus Dağı’na giderek her 35 günde bir, birbirini takip eden 7 adet ilişki yaşamak zorunda. Dağa gidenler hangi sınıftan ya da meslek gurubundan olursa olsun evli ya da bekâr fark etmeksizin bir yabancıyla birliktelik yaşıyor. Eski bir Java dininden kalma bu ayinin iyi şans getirdiğine inanılıyor.

Şiiler, Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin'in acısını paylaşabilmek için zincirlere bağlı bıçaklarla kendilerini kamçılar. Not: Şiiler genellikle Caferilerle karıştırılır. Hâlbuki Şii, “Ali'ye yandaş olan” anlamına gelir.

Pasifik'te bulunan Bunlap köyünde sürdürülen Gkol geleneği bungee jumping'e benziyor. Bileklerine ip bağlayıp özel yapılmış tahta kulelerden atlayan insanlar, ne kadar uzağa atlarlarsa tanrı tarafından o kadar kutsanacaklarına inanıyor.

Afrika’nın Benin Cumhuriyeti’nde konuşulan bir etnik dil olan “Fon” dilinde “voo” içe bakış, “doo” ise “bilinmeyen” anlamına geliyor. Voodooistler Tanrı Djo’ya inanıyor. İnanışa göre başlangıçta, her insana rehber olarak bir ruh, yani “loa” veriliyor. Böylece “insan”, “ruhsal bir varlığa” dönüşüyor. Bu ruhsal varlık “birer küçük melek” olan üç ruhsal parçadan oluşuyor. İnsanın yaşamı boyunca bu ruhsal parçalarını kendi iradesiyle geliştirmesi ve mükemmelleştirmesi gerekiyor. Böylece “savunmasız” bir yaratık olan insanın yeniden “tanrı”ya dönmesi sağlanıyor. Başlangıçta “birer küçük melek” olan üç ruhsal parça, tapınaklardaki özel odalarda, kilden yapılmış kavanozlar içine konuluyor. Amaç, onları kötü ruhlardan, büyücülerden korumak. Kişi öldüğünde, bu kavanoz kırılıyor ve serbest kalan ruh parçalarının, cansız bedenin etrafında 7 gün boyunca dolaştığına inanılıyor.