İlk insanlar yerleşik değil, sürekli hareket halindelerdi. Tarım yapmıyor, avcılık ve toplayıcılık yapıyorlardı. Kendiliğinden büyümüş bitkilerin meyvelerini yiyorlar, yaptıkları aletlerle hayvanları avlayıp yiyorlardı. Gittikleri yerlerde hava karardığında, soğuduğunda, korunmak için mağaraları kullanıyor, giysi olarak hayvan postları kullanıyorlardı.

En eski avcıların yaşam biçimlerinde görülen kararlılık, çevreye kesin bir uyumun belirtisidir. Her bir avcı topluluğu, kalıtım yoluyla, ortaya çıkabilecek her duruma uygun geleneksel tepkiler edindi. En eski avcıların içinde barındıkları bitki ve hayvan çevresinin dengesinde önemli değişikliklerin olmadığı bir ortamda, insanın yaşamı, gene küçük, gezici avcı ve toplayıcı toplulukların davranış biçimlerine bağlı kalmış olabilir. Bu böyle olmuşsa, insanın kültürel evrimi, yazılı tarih dönemlerinin paldır küldür gidişinden çok, içinden çıktığı biyolojik gelişmenin gidişine benzer biçimde kaplumbağa hızıyla ilerlemiş olsa gerek.

İnsanlık tarihinin tetiğini çeken çevresel değişikliklerin tümü, Kıta Buzulu’nun Kuzey Yarımküre’den en son çekilişiyle ilişkilidir. Buzullar, zamanımızdan otuz bin yıl kadar önce erimeye, Avrupa’da, Kuzey Asya’da ve Amerika’da gerilemeye başladı. Siklon yellerinin Eski Dünya’nın Atlantik kıyıları boyunca, Gulf Stream üzerinden geçerken sürüklediği yağmur bulutları, Batı Avrupa’da oldukça nemli ve ılıman bir iklim yarattı. Bunun sonucunda, gür bir bitki örtüsü yerden mantar gibi biterek, Kuzey Kutbu’nun altındaki kuşağın mamut, rengeyiği, bizon ve birçok öteki etoburlarını beslemeye başladı. Bu durum, ilkel insanlar ve avlanarak beslenen hayvanlar için zengin yiyecek kaynakları oluşturdu.

Ancak, insanların bu olanaklardan yararlanabilmeleri için, bazı temel buluşların gerçekleştirilmesi gerekiyordu. İnsanlar özellikle, kılsız bedenlerini çok soğuk bir ülkede sıcak tutabilecek yapay bir post yapmak üzere, derilerin nasıl dikilerek bir araya getirileceğini öğrenmek zorunda kaldılar. Derilerin dikilmesi ise, “biz”ler ve “iplik” olarak kullanılabilecek şeyleri, belki de sinir tellerinden ya da ham deriden sırımlar yapılmasını gerektirdi. İskelet yapıları günümüz insanının iskeletinden neredeyse ayırt edilemeyen insanlardan oluşan avcı topluluklarının tundraya ve Batı Avrupa ormanlarına, yirmi beş otuz binyıl kadar önce yayılmalarına olanak verecek gerekli buluşlar yapıldı. Bu toplulukların gelişleriyle, ilk insanların ya da iskelet yapıları zamanımızın herhangi bir topluluğunun insanlarının iskeletinden oldukça farklı olan Neanderthal insanı denen insana yakın varlıkların toplulukları yok oldu.

Bu istilacı avcıların yaşamları hakkında gerilerinde bıraktıkları tek kanıt, taş araçlarla silahlar değildir. Güney Fransa’nın ünlü mağara resimlerini yapanlar ve sihirsel-dinsel törenlerinin öteki izlerini yeryüzünün kıyısında köşesinde bırakanlar da onlardır. Hangi düşüncelerin, belki on sekiz binyıl öncesinin bu avcılarını avladıkları hayvanların resimlerini derin, karanlık mağaraların duvarlarına çizmeye yönelttiğini bugün bilemeyiz. İnce işlenmiş mitoslarla, insan ve hayvan arasındaki ilişkilerin anlatılmış olması olası. Belki mağara törenlerinin amacı, hayvanların ruhlarını çoğalıp yeryüzünü doldurmaları yolunda kışkırtmaktı; ama bu konuda tahminlerden öte bir şey söyleyemiyoruz.